ABD'nin dünya politikasını kontrol eden İngiltere'dir. ABD'de önemli kararlar İngiliz diplomatların kararıyla alınır. Ve onların izni, haberi olmadan adım atmaları mümkün değildir.
"ABD'yi dünyada etkileyecek tek güçtür Londra. Ve Washington'un da dünyada danışacağı tek ülke İngiltere'dir."
DÜN; Çanakkale’de GÜYA İngilizlerle Almanlar savaştı, ama biz öldük..
O kahramanca direnişin şehidlerini rahmetle anıyorum ama, sonuçta kirli bir savaşın kurbanları olduk.. Ölüm tarlalarına sürüldük karanlık siyasi pazarlıklar uğruna..
Biz şehidlerimizin ardından Fatiha okuyup hatimler indirmeyi seviyoruz..
Şiir okumayı da seviyoruz..
Öfkeli bildiriler yayınlamayı, sloganlar haykırmayı da..
Övgü ve sövgüyü de.. Ama keşke biraz da okumayı, araştırmayı ,düşünmeyi sevebilsek..
Neden yalan yazılmış tarihin üzerine birde , yalanlara ortak oluyoruz .
ÇANAKKALE SAVAŞI MİLLETİMİZİN BEYİN VE İMAN GÜCÜNÜ YOK ETMEK İÇİN BATILILARIN ORTAKLAŞA YAZDIKLARI BİR SENARYODUR!
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir.. Tarihten ders alınır.. Tarih, bir toplumun hafızası ve tecrübeler birikimidir. Tarihlerini kaybetmiş, abartılı övgü ya da sövgülere kurban etmiş toplumların gelecekleri karanlıktır..
KISIM KISIM OLDUK YA... Millet olma şuurunu yitirdik te aynı gözle gözmez olduk ya hakikatleri...
Muhafazakar olduklarını söyleyenler kınalı kuzu mektuplarını okuyup gözyaşlarına boğulurken, heyecan verici şiilerin coşkusu ile gözleri dolduğunda tarihin sis bulutları arasında yaşanan bir savaşın soğuk gerçeklerini fark edemiyorlar.. Çoğu kimse Liman Von Sanders’i farketmiyor misal...
Biz buradan ‘İngilizler, Çanakkale’yi geçerse hilafet merkezi düşer’ diye gayret-i diniye ile yükleniyorduk; karşıdan İngiliz ve Fransız gemilerinden çıkan Müslümanlar, Almanlara esir düşen halifeyi kurtarmak için yükleniyordu.. Çünkü onlara öyle söylenmişti..Kemalistler ise gözlerine Mustafa Kemal’i çok yaklaştırdıkları için arkasında görmeleri asıl gerekenleri bir türlü görmeyip, hak-batıl savaşının süregelen çatışma sahnelerini görmüyorlar, göremiyorlar.
Osmanlı bütün kuvvetlerini Çanakkale’ye sevk edince; Ruslar, Kars’tan girip ilerleyince; Allahuekber Dağları’nda askerlerimiz donup ölünce İngiliz, Filistin’den vurdu bizi.. Biz de Çanakkale’deki komutanları bu defa Filistin’e sevk edince, o canhıraş savaşların yaşandığı Çanakkale’den bir süre sonra İngilizler tek kurşun atmadan ellerini kollarını sallayarak geçtiler Şehr-i hilafete...
Yüzbinlerce Şehid vererek geçilemez kıldığımız Çanakkale, basit bir hamleyle geçilivermişti yani. Çanakkale'nin geçilmesiyle de Müslüman Türk Milleti neticede BASKICI ŞEKİLDE SÜRDÜRÜLEN DEVRİM ADI ALTINDAKİ YAPTIRIMLARLA hak-batıl mücadelesinde başka bir saf'a geçiverdi.
Birileri bir trajediden, bir imparatorluğun kaybı ile sonuçlanan bir yenilgiden, tarihin belli enstantanelerine sıkıştırılmış bir kahramanlık destanı da ürettiler..
Almancılık veya İttihat Terakkicilik ya da ölen kirli bir oyunun kurbanı olan “kınalı kuzular”.. Kendi geleceğimizi bu kurgunun dışında aramamız gerek.. Bu kurguda kazanan kimse olmadı. Sonuçta insanlık kaybetti. Kazananlar için bile bu zafer pahalıya maloldu..
Zafere bak…Çanakkale sadece o gün geçilemedi. Sonuçta bir imparatorluğu kaybettik..
Bu savaş, Batılı ülkelerin Osmanlı Devletini yıkmak, talan etmek,gençlerini yıkmak-yok etmek içindi; göremedik...Çünkü ülkeyi yöneten jönler bir nev-i artistik derdindeydiler. Ruhları ağalarınca mekteplerde okutularak cahil birakılmıştı.
***
1800’lerde, İngiltere öncülüğünde, uzun soluklu bir “sömürü plânı” hazırladı...
Bu plânın temel ekseni, Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan etnik unsurları kışkırtıp, öte yandan İslâm dünyasını etkileyerek, Osmanlı Devleti’ni parçalamaktı.
Hilafetin gücü Osmanlıların elinden alınmalı, Müslümanlar, “dini lider”den mahrum edilmek suretiyle, dağılmaya mahküm edilmeliydi.
Böylece İslâm dünyasının elindeki zengin kaynaklar bölüşülecek, özellikle Ortadoğu’daki petrol yatakları yağmalanacaktı...
Bu proje, Ortadoğu’da bir “taşeron devlet” kurulmasını zaruri kılıyordu.
“İsrail Devleti” fikri işte böyle doğdu ve İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour tarafından 1917’de açığa vuruldu: “Haşmetli İngiliz Kraliyet Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır”.
Artık İsrail, İslâm dünyasının içine kılıç gibi girecek, Araplar paramparça edilecekti... Bu amaca ulaşmak için önce Osmanlı Devleti parçalanmalı, hilâfetin birleştirici gücü ortadan kaldırılmalıydı. Bu fikir, Ortadoğu’dan pay kapmak isteyenlere cazip geldi: Avrupa, Amerika ve Rusya tarafından onaylandı.
Ardından sürekli savaşlarla bizi yıpratma sürecine soktular: 1877’de Rusya saldırdı(93 Harbi). Korkunç bir yenilgi aldık ve kitlesel göçlerle sarsıldık. Bu savaşın yaraları sarılmadan Yunanistan ayaklandı (1897). Dömeke’de Yunanistan’la savaşırken, Makedonya isyanı patladı (1902)...
1911’de Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) aparmak isteyen İtalya ile kapışmak zorunda kaldık. Trablus Savaşı bitmeden Balkanlar yeniden alevlendi: Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Karabağ ve Romanya’dan oluşan küçük çaplı bir Haçlı Ordusuyla (iki Balkan savaşı) savaştırıldık.
Yıpratma savaşları soluksuz 17 sene sürdü: İnsan, para ve silah kaynaklarımız tükendi. Şimdi sıra öldürücü yumruğu indirmeye gelmişti: “Hasta adam” damgasını vurdular ve işimizi külliyen bitirmek üzere, dünyanın en büyük donanmasını 700 bin asker eşliğinde Çanakkale’ye gönderdiler.
18 büyük zırhlı, 24 denizaltı, 13 torpido gemisi, 42 uçak, mayın tarama ve çıkartma gemilerinden oluşan Müttefik Kuvvetler, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderdi mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski, demode 150 top vardı. Atılabilen mermi sayısı sadece 370’ti. Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise, mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaretti...
Buna rağmen yendik. Ne var ki diğer cephelerde işler iyi gitmemiş, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştık. İstanbul işgal edildi. Halifeyi alıp götürdüler. Bir süre sonra da hilafet kaldırıldı. Böylece İngiltere, meş’um projesinin en önemli sonucuna ulaştı: Artık “İslâm Halifesi” yoktu ve Müslümanlar bu birleştirici güçten mahrumdu. Yılların rüyası (Filistin’de Yahudi Devleti kurma) artık gerçekleştirilebilirdi.
İngiliz Hükümeti ile hükümetin içinde ve dışında yer alan Yahudi önderler, Sir Herry Finch isimli idealist bir avukatı Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması göreviyle bölgeye gönderdiler...
Takip eden yıllarda ise kesif bir Yahudi propagandası başladı: Dünya ticaretinin büyük bir bölümünü kontrollerinde tutan, bu amaçla kâğıt para, faiz sistemi ve kredi sistemi oluşturan Yahudiler, “mağdur-mazlum” olarak gösteriliyor, her şey kullanılarak kamuoyu oluşturuluyordu.
Başta Musos Haim Montefiore isimli bir İtalyan Yahudisi olmak üzere, kimi zengin Yahudiler kesenin ağzını açmış, bazıları Yahudi göçünü teşvik amacıyla Filistin’e göç etmişti.
Bir yandan kitaplar yazılıyor, Filistin’in ziraata ne kadar elverişli olduğu vurgulanıyordu...
Bu arada İngiltere Hükümeti, Filistin’e göçecek her Yahudi’nin İngiliz konsolosluklarının himayesinde olacağını açıklamış, can ve mal emniyeti konusunda garanti vermişti.
Buna rağmen Yahudiler Filistin’e göç etmekte pek istekli davranmıyorlardı...
1860’larda Filistin’deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Kesif bir propaganda kampanyası açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak üzere her türlü teşvikten yararlanıldı…
“Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) sözü her türlü yayının lokomotif kavramı olarak vurgulandı…
Hatta meşhur Fransız İhtilâli (1789) bile bu amacın hizmetine verilmedi…
Bir Alman Yahudisi olan Hess, “Roma ve Kudüs” isimli kitabında, “Yahudi emellerinin gerçekleşeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını, Fransız İhtilâli’nin de bu maksatla yapıldığını” söylüyor, böylece Yahudi gücünün sınırsızlığını vurguluyordu. Bu tür yayınlardan etkilenmemek mümkün değildi…
Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu… Artık sıra “devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti.
İlk Siyonist Kongre bu amaçla yapıldı (29 Ağustos 1897). İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi Devleti kurulması kararı çıktı.
İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir “cemaat” gibi çalışıyorlardı, ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi.
Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro oyunları sahnelendi. Sinema endüstrisine el atılıp önemli filmler yapıldı. Böylece sanatın her dalı, Yahudi propagandasının hizmetine verildi. Artık her şey Siyonizm’in emellerine hizmet ediyordu.
Siyonizm’in kontrolündeki hareket kısa sürede o kadar zenginleşti ki, Sultan II. Abdülhamid’e müracaat edip, son derece cazip bir teklif sundular. Buna göre;
1. Osmanlı Devleti’nin tüm borçları ödenecek;
2. Osmanlı Devleti’ne büyük malî yardımda bulunulacak;
3. Sultan Abdülhamid’in siyaseti Avrupa ve Amerika’da desteklenecek;
4. Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parası ödenecek;
5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük bir meblâğ verilecek;
6. Filistin’de uluslararası çapta kurulacak üniversiteye Türk öğrenci de alınacaktı.
Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarına göre, Sultan Abdülhamid, bu teklif karşısında çok öfkelenmiş, yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demişti.
Hazin ki, 1909’da İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan İttihad-Terakki Hükümeti’nde, üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) yer alacak, kurdun gövdeye girdiği böylece görülecekti…
Ardından İttihad-Terakki iktidarı, azınlıkların da toprak satın alabilecekleri yolunda bir kanun çıkaracaktı… Bu sayede Yahudiler, Filistin’de geniş topraklar satın alacak, hatta Sultan Abdülhamid’in kişisel arazisi bile yok pahasına Yahudilere satılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde İngiltere Filistin’i işgal etti. Askerî bir diktatörlük kurdu ve Filistin’e göç edecek her Yahudi’ye toprak sözü verdi. Ayrıca Yahudiler silah taşıyabileceklerdi. Oysa Arapların çakı taşıması bile yasaktı.
Öte yandan, “Kültür Dernekleri” adı altında, Yahudilerin organize hale gelmesini sağladı. Araplar ise dağınıktı.
Anlaşılacağı gibi, İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri, dünyanın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşayan Yahudileri Filistin’de toplamaktı.
Birinci Dünya Savaşı çıkarmalarının en büyük sebeplerinden biri ise (sebep-sonuç ilişkisine bakılırsa) Osmanlı Devleti’ni dağıtmak, hilafeti kaldırtmak, Müslümanlar arasında, istendiğinde kanatılabilecek bir “çıbanbaşı” bırakmaktı.
Gerisini biliyorsunuz!
FİLM BAŞLIYOR! İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?
"Mahşerin Çiçeği Kınalı Kuzular"
BİNLERCE LİSELi VE ÇOCUK ASKERLERİ ŞEHİD ETTİLER. KATLEDİLEN, OKUYAN ÇOCUKLARLA MİLLETİN GELECEĞİ DE ÇALINMIŞTI YANİ.
HEM, ZATEN İNGİLİZLER İSTANBUL'DA DEĞİL MİYDİ?
PEKİ, BOĞAZDAKİ SAVAŞ NEYİN NESİYDİ?
Yedi denizin hakimi, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen ve devrin en güçlü imparatorluğu olan İngiltere ile birlikte Fransa’dır.
Yani devrin en büyük güçleri. Her iki devlet de 1. Dünya Savaşı’nı bir an önce bitirmek için ufacık bir karaya tüm güçleri ile yüklenmiş, bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Neden ? Zaten istanbuldaydılar ve İstanbul ve Boğazlar ellerindeydi.
BAKIN DİKKAT EDİN LÜTFEN : Bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Çünkü Bütün sömürgelerinden insanları savaş bahanesi ile kıyımla azaltıyorlardı.
Çanakkale’ye 12 bini aşkın sadece Kosovalı savaşmaya geldi. Bir köyden 110 kişi gelmişti. 106’sı şehit oldu. 4 kişi kaldı. Onlar köye gitmeye utandılar. Önce birisi gidiyor. Halk soruyor, diğerleri nerde? Geride gelecekler, diyor. Aradan 10 gün geçiyor, ikincisi geliyor. Ona da soruyor halk: Gerisi nerede? “Geriden gelecekler, diyor. 15 gün sonra üçüncüsü, bir ay sonra dördüncüsü... Sonrası yok.
Hepsi Çanakkale toprağına düştü onların.
Bu savaş, bütün ayrıntılarıyla savaşın mimarı Winston Churchill tarafından 20 sene önce kaleme alınmıştır. Bu kişinin doktora tezi, Çanakkale Savaşı’nın adeta senaryosu gibidir.
Bu Savaş Almanlarla İngiliz-Fransızlar arasında başlamasına rağmen neredeyse bütün cepheler Osmanlı topraklarında açılmıştır. Tabiri caiz ise, kendi mahallelerinde kavgaya tutuşan iki serseri, komşunun bahçesine girerek orayı talan etmiş sonra da el koymaya çalışmıştır.
Bu Savaşın Osmanlının beyin gücünü bitirme üzerine kurgulanması, senaryonun ileriki yılları düşünerek yazılmış olduğunu gösteriyor. Özellikle bir başka tertip savaş olan 2. dünya savaşı ile de güya Hitlerin hışmından kaçırılan müderrisler bizim üniversitelerimize yerleştirilmiş olup, istiklal mahkemelerince yok edilen son dönem osmanlı müderrislerinin kökü tamamen kazındıktan sonra dönüştürülmüş beyinler akademisyen olarak ilim yuvalarımıza yerleştirilmişlerdir. Artık ülkemiz batıya gönüllü köpeklik yapacak kadrolara teslim edilmiştir.
***
Savaş öncesi hazırlıklara bakılırsa, Winston Churchill’in Çanakkale Boğazı’nı geçse bile kara savaşını planladığı anlaşılmaktadır. Zira, Kara Savaşları yoluyla Osmanlı’nı yetişmiş beyin gücü neredeyse tamamen bitirilmiştir. Öyle ki mühendislik fakülteleri, tıbbiye gibi okullar yıllarca mezun verememiştir. Bunun da ötesinde o dönemdeki bütün tarikat mensupları büyük bir iştiyakla gönüllü birlikler kurarak cepheye koşmuşlar ve bunun neticesinde de manevi dinamikler de yok olmuştur.
Winston Churchill’in sinsi planlarından birisi de sömürgelerden getirilenlerin de ölümleri üzerinedir. Zira Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen askerlerin de birçoğu ülkelerine dönememişler böylece İngilizler sömürgelerdeki muhtemel direnişlerinde önüne geçmişlerdir. Daha doğrusu, bir taşla iki kuş vurmak değil kuş katliamı yapmışlardır.
Müttefikimiz...Uğurlarına cihan harbine iştirak ettiğimiz Almanları da bir hatırlayalım isterseniz. 1.Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Merhum Mehmet Akif görevi gereği Berlin’dedir. Akif, sabah kalkınca kaldığı otelin penceresinden gördüğü manzarayla sevinir. Evlerin pencerelerinden ve balkonlarından bayraklar sallanmaktadır. Almanlarla omuz omuza savaştığımızı düşünerek ‘’Galiba Kanal Cephesi’nde galip geldik’’ diye Almanların sevinçlerine sevinir. O sırada Kanal Cephesi’nde İngilizlerle çetin mücadeleler olmaktadır.
Mehmet Akif’in sevinci uzun sürmez. Hatta biraz sonra öğrendikleri karşısında dehşete kapılır. Meğer Kanal Cephesi’nde ordumuz ağır bir mağlubiyet yaşamış Kudüs düşmüştür. Bu bayrak asma sevincinin sebebini Almanlara sorduğunda aldığı cevap onu daha da dehşete düşürür. Almanlar; ‘’Bin yıldır Müslümanların elinde olan Kudüs, Hıristiyanların eline geçti. Bizim ordumuz yenilmiş ne önemi var ki?’’ demektedirler. Bu hadise ve benzeri hadiseler ayrıca açılan cephelerin neredeyse sadece Osmanlı topraklarında olması bu savaşın danışıklı dövüş olma ihtimalini dahi akıllara getirmiyor değil.
Bütün bu hadiseler gösteriyor ki Çanakkale savaşı, sadece Osmanlı Devletini fiziken yıkmaya değil aynı zamanda beyin gücünün ve manevi ruh gücünün bitirilmesine de yönelik bir savaştır.
Zira bu savaş sonunda; milletimizin beyin gücü, manevi gücü ve genç nüfusunu neredeyse tamamen bitirmişlerdir.
Ne hikmettir ki; Anadolu insanını tamamen yok etmek üzerine senaryo yazıp dünya sahnesinde vizyona sürenler, bir zaman sonra kendi aralarında bir daha kapışmışlar (2.Dünya Savaşı) birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirmişler , altmış milyona yakın kendi insanlarını imha etmişlerdir.
Bundan dolayı, 2. Dünya Savaşı’na Çanakkale’deki mazlumların ahı sebep oldu dense yeridir. Şehitlerimizin ruhu şad ola.
***
Japon eğitim uzmanları eğitim sistemimizi incelemek üzere Türkiye’ye geldiklerinde, Hiroşima felaketi ile ilgili Başbakan Turgut Özal ile Japon diplomatlar arasında ilginç bir diyalog geçti. Birçok bürokratın da hazır bulunduğu bir ortamda raporlar sunuldu ve Japonlar sonucu şöyle açıkladı : “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”
Bunun üzerine Turgut Özal şaşırdı ve “Nasıl yani?” diye sordu. Japonlar ise şöyle devam etti: “Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir; dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir; ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır; Hiroşima ve Nagasaki’ye götürür; orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir ve deriz ki: Eğer siz bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
Bu sırada Türk bürokratlardan biri atıldı: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı ise tokat gibiydi:
“Sizin Çanakkale’niz on Hiroşima eder!”
***
Yıl 1915;
Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu.
Bir gün önce şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde bir yumak gibi birbirine sarılmış tir, tir titriyorlardı.
Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
Ancak, birden içlerinden biri avaz, avaz bir marş söylemeye başladı!.
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi. Hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana
Biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz, avaz!.. Gözleri çakmak, çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.
O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladı. Tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an, bir makineli yavruları biçiverdi. Başak taneleri gibi dökülüverdiler. Hepsi sipere geri düştüler…
Yıl 2015;
Çanakkale Mahşeri’nde, hayatının baharını idrak eden nice civanmert genç “bir hilâl uğruna” kendini feda etmiştir. Çanakkale’ye gönüllü olarak iştirak eden başta İstanbul ve Çanakkale olmak üzere çevre illerdeki liseli, üniversiteli, medreseli gençlerle birlikte çeşitli gençlik cemiyetlerine mensup çocuklar da çarpışmışlardır. İlim öğrenme, tahsil yapma ve hatta oyun çağındaki gençlerimiz, okullarını ve ideallerini bir kenara bırakarak vatan müdafaasına koşmuşlar ve o tatlı canlarını, kınalı başlarını bu mübarek topraklara siper etmişlerdir. Seferberlik yıllarında, askerlik çağındaki bütün gençler gibi lise, üniversite ve medrese öğrencileri de silah altına alınmış ve “Gönüllü, Öğrenci veya Darülfünun taburları” adıyla çeşitli cephelerde çarpışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’deki muhârebelerde yitirilen gençlerin sayısı ve hangi mektep ya da cemiyetten geldikleri, askerlik kayıtları Harbiye Nezareti’ne düzenli bir biçimde ulaşmadığı için, bugün hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Savaşa gidenlerin ve şehitlerin kayıtları incelendiğinde, adı geçen illerde bulunan okullardaki, lise birinci sınıf haricinde kalan öğrencilerin pek çoğunun savaşa katıldıkları ve bunların büyük ekseriyetinin cepheden geri dönmeyi başaramadığı ve liselerin çoğunun iki yıl süre (1915-1916) ile öğrenci mezun edemediği kaynaklarda genel olarak zikredilmektedir. Sadece Çanakkale Cephesinde şehit olanların 10 binden fazlasının yüksek tahsilli, 70 bin kadarının da rüştiye mezunu olduğu dikkate alındığında vahametin boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu genç bahadırların yazdıkları “Çanakkale Destanı” ve onların hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar ulvî olan ölümsüz kahramanlıkları hakkında söylenebilecek en anlamlı söz, herhalde Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey ile devrin güçlü kalemlerinden Şair Süleyman Nazif’in şu veciz cümlelerinde saklıdır: “Burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldü; onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar âbidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar rahmet okusunlar.” “Bu bahâdırlık ve fazîlet önünde idrâkin, muhâkemenin, hissin, hayâlin titrediği andan beri, hiçbir şeyi imkânsız göremiyor, hiçbir iddiayı reddedemiyorum. Ölüme karşı, vakarlı bir alın ile gururlu bir göğüsten coşan marş ve tekbirle ilerlediler.”
ÇANAKKALE GEÇİLDİ, HABERİNİZ OLSUN!
O gün orada bütün bu siyasi oyunların ötesinde, kahramanca direnen, savaşan Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Sudanlısı, Yemenlisi, Hindistanlısı, Senegallisi ile İslam milletinin fertlerini rahmet ve minnetle anıyorum
Hangi Türk ordusu.. Osmanlı ordusu, hiçbir zaman sadece Türklerden oluşmadı.. İslam ümmetinin ordusu idi o ve içinde bütün Müslüman unsurlar vardı. Çanakkale savaşında ise işin garib tarafı başımızda bir Alman generali olan Liman Von Sanders vardı.
Savaş, İttihat Terakki cuntasının ihaneti sonucu, Braslav ve Goben gemilerindeki askerlere fes, gemi gönderine Osmanlı bayrağı asarak bizim adımıza Almanların Rusya’ya saldırması ile başladı..
Yani savaşı başlatan taraf biz olmuş olduk. Bir oyunla saldırgan ülke konumuna düşürüldük..
Osmanlı’nın “Türklük ve vatan müdafası” diye bir derdi yoktu. “Cihad-ı fillah oluptur niyyetüm” derlerdi.. Namık Kemal, “Vatan yahud Silistre” kitabını yazınca, “Vatan” dediği için hapse atılmıştı.. 1900’lerin başında Osmanlı’da Türkleşme, İslamlaşma, Muasırlaşma tartışmaları başlamıştı bir yandan.
Bir yandan da Mehmet Akif milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan şiirler yazıyordu:
“Hani milliyetin İslâm idi... Kavmiyet de ne!
Sımsıkı sarılıp dursaydın a milliyetine.
‘Arnavutluk’ ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke, Lazın Çerkese yahut Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüchanı mı varmış? Nerde..
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i Kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!..”
Hangi “Türklük davası”. İstiklal Marşı’nın şairi Arnavut ya hu. Tek bir Millet vardı, o da İslam milletiydi. Yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Allah’ın arzından bir parçasını diğer insanlardan koparıp almak ya da kendini bir toprak parçasına hapsetmek.
Arz Allah’ındı. Ve biz O’nun halifesi idik. Ulaşabildiğimiz her yerde O’nun rızasının gereğini yerine getirecektik. Çünki yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Bakmayın daha sonra “Hubbul vatan, minel iman” diye “milliyetçi bir din algısı”nın geliştirilmesine..
Asıl sormak istediğim soru şu: TÜRK ORDUSU TÜRKLERDEN OLUŞMUYORDU DA, İNGİLİZ ORDUSU İNGİLİZLERDEN, FRANSIZ ORDUSU FRANSIZLARDAN MI OLUŞUYORDU?
Mehmet Akif “Çanakkale savaşı”nı anlatırken “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” der.
Oysa Osmanlı aydını da kandırılmıştı, Mısırlı, Hindistanlı, Senagalli Müslümanlar da. İngilizler, Müslümanları Hindistan’dan ayrılmaya kandırıp ikna etmemiş, Pakistan ve Bengaldeş kurulmamıştı o zaman..
Avustralya ve Yeni Zellanda’daki İngilizler sağlam bir plan yapmışlardı.. Hindistan ve Mısır’da Cuma namazından sonra halka beyanname dağıtacaklar ve “Hilafet merkezi Almanlar tarafından işgal edildi. İngiltere halifeyi kurtarmak için seferberlik düzenledi” diye gönüllü toplayacaklardı..
İngiliz gemilerinde gelenler Müslüman gönüllülerdi aslında. Fransızlar da Senagal’de aynı kirli yalanı uydurdular. Oradan gelenler de Senagalli Müslümanlardı. Şimdi Anzak ayinlerinin yapıldığı topraklarda bizi bize kırdırdılar..
Şafak ayinleri kirli ve kanlı bir oyunun üzerine, gerçekleri gizlemek için örtülen “kutsal bir örtü” (!) sadece! Oysa orası bir hilal uğruna nice güneşlerin battığı yerdir.
Orada şafak ayini, değil, gece namazı kılmak gerekir..
Ah İngiliz ah! Hem “halifeyi kurtaracağım” diyeceksin, hem halifeyi Selanik’e Alatini efendinin evine süreceksin. Hindistanlı Müslümanlardan para toplatıp, onu yandaşlarına peşkeş çekeceksin.
O parayla İş Bankası’nı kurduracaksın, Osmanlı Bankası’nda işler çevireceksin.. Lozan’ı tezgahlayacaksın..
Bir yandan Arap düşmanı Türk milliyetçiliği örgütlerken, öte yandan, Türk düşmanı Arap milliyetçiliğini fonlayacaksın..
Kudüs’ü Yahudilere satarak, Müslümanlara yeni bir halife yutturmaya çalışacaksın.. Bir yandan da laik bir Türkiye icad etmek için onları batılılaştıracaksın.. İslam coğrafyasını 40 parçaya böleceksin..
Churchill, “Bir damla kan, bir damla petrol” diyordu da, gerçekten bütün bunlar petrol için mi idi, yoksa Müslümanlara duyulan kin ve nefretten mi kaynaklanıyordu?
3 yıl 2 ayda bir imparatorluk tasfiye edildi, sonunda teslim olduk ya hu! Mondros mütarekesi imzalandı.. 3 cephede birden çöktük, Allahuekber dağlarında, Filistin cephesinde ve sonunda Çanakkale’de..
Sahi şu fethin dışında kutlanan İstanbul’un kurtuluş hikayesi nedir? İngilizler iyi düşünmüşler, bir de yenilen bir millete zafer armağan etmediler mi! Ama isteyen kaybettiği bir savaşın belli cephelerdeki mevzi kazanımları ile övünmeye ve zaferini coşkuyla kutlamaya devam edebilir..
ÖLÜM...O KONUŞUNCA HERŞEY SUSAR!
Çanakkale Cephesi, sanki bir “ölüm değirmeni” gibiydi; haddi hesabı aşacak kadar insanı tüketmesine ve “Türk ordusunun çiçeğini” bitirecek ölçüde koskoca bir “eğitimli genç nesli” yutmasına rağmen doymak bilmiyordu. O kadar ki, cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için en yakın çevreden başlayarak 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti. 1914 yılında çıkan “Geçici Askerî Mükellefiyet Kanunu”na göre askerlikten tecilli tutulan sultanî ve idadî talebelerine, evvela Çanakkale, sonra da diğer cephelerde baş gösteren asker ihtiyacı sebebiyle zamanla silah altına alınma mecburiyeti doğacaktı.
Bu amaçla, Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) ’de bir irade yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askerî Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Sultan Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314/1896 doğumluların (19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315/1897 doğumlulardan (15 yaşındakilerden) harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu yeni yetme gençlerin, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi ifa etmek azim ve inancıyla cepheye gitmeleri anısına Anadolu’da yakılan meşhur, “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok dramatik bir dille anlatılmıştır. Çoğunun bıyıklarının bile terlemediği bu delikanlılar, kısa bir talimden sonra cepheye uğurlanmış ve “isimsiz kahramanlar” olarak cephenin cehennemî atmosferinde eriyip gitmişlerdi.
II. Meşrutiyet’ten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakkiciler, halkın yanı sıra gençlerin ve çocukların da örgütlenip eğitilmesi ve disiplinize edilmesi için, Almanya ve Avrupa ülkelerini örnek alarak okullarda “Keşşaf” (İzcilik) teşkilatları kurmaya büyük önem vermişlerdi. İzcilik teşkilatları yanında, Avrupa’da görülen “Judendbund” örgütlenmeleri esas alınarak “Genç Derneği”, “Gürbüzler Derneği” gibi kuruluşlar da meydana getirilmişti. Bu dernekler vasıtasıyla, ülkedeki 9-10 yaşından askerlik çağına kadar olan tüm gençler örgütlendirilmiş ve geleceğin askerî güçleri olarak eğitilmişlerdi. Savaş hali zuhur ettiğinde, eğitimini tamamlamış harbe hazır neferler olarak “onbaşı” rütbesiyle askere alınıyorlardı. Bu anlamda, 9 ila 12 yaşları arasındaki “Gürbüzler” olarak teşkilatlanan çocuklar, savaşlarda büyük yararlılıklarda bulunmuşlardır. Teşkilatın kendilerine söylediklerini şevkle yerine getiren bu gençler, daha ziyade hastanelerdeki yaralıların mektuplarını yazmak ve birtakım yardım faaliyetlerine iştirak etmek gibi cephe gerisindeki işlerde kullanılmıştı. Bilhassa da, zaman zaman orduya maddî yardımda bulunmak veya harp gemisi ya da uçak satın almak amacıyla açılan umumî kampanyalara, rozet satarak ve para toplayarak çok aktif mânâda katkı sağlamışlardı.
Çanakkale Savaşı’na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasındaki fedakâr hizmetleriyle destan niteliğinde kahramanlık şaheserleri sergileyerek, “Meçhul Çocuk Askerler” olarak Türk ve Dünya tarihinde emsalsiz bir mazhariyete kavuşmuştur.
“Vatan savunmasında erkekler ve kadınlar kadar çocuklar da çok önemli görevler üstlendi. Millî şuurla hareket eden Türk çocuklarının gösterdiği fedakârlıklar, çektiği çileler ve eziyetler bugün tam olarak bilinmemekte. Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgâl gören yerlerde, çocuklar da destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergiledi. Vatan çocuğu, yeri geldi omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi askerine mermi götürdü.”
Çanakkale Harbi esnasında, cüsselerini fersahlarca aşacak ölçüde devasa hizmetlerde bulunan cefakâr meçhul izci topluluklarından biri de Balıkesir Sultânîsi İzcileri idi. O yıllarda Balıkesir’de yayınlanmış olan “Karesi” gazetesinden öğrendiğimize göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne İdâdîsi’nden Balıkesir Sultânîsi’ne “leylî” (yatılı) olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve geri dönemeden şahâdete erişmişlerdi. Hatta, bu yiğit izcileri cepheye uğurlama merasimine, onları yüreklendirip takdir etmek amacıyla iştirak edenler arasında İttihatçıların önde gelenlerinden Talat Paşa ile İsmail Canbulat Bey de yer almıştı. Bu meşhur sîmâların da içinde yer aldığı 25 izci çocuğun Balıkesir Lisesi merdivenlerinde, şanlı Türk bayrağının gölgesinde çektirdikleri hâtıra fotoğrafı, tarihimizi şerefle süsleyen aziz hatıralardan biri olarak kayıt altına alınmıştır.
Vatana Adanmış Meçhul Öğrenciler Ordusu
Balıkesir Lisesi’nden Çanakkale’ye gönüllü olarak gidenler sadece bu 25 izciden ibaret değildi. Gerek Karesi gazetesi gerekse Balıkesir Lisesi kayıtlarından anlaşıldığı üzere, 1914-1916 öğretim döneminde, 8-12. sınıflara kayıtlı bulunanlar ile mezun (100 civarındaki) talebelerin hemen hemen tamamı gönüllü şekilde cepheye intikal etmişti. Bunların çok azı harpten gâzi olarak dönmüş ve okul savaş yıllarından 1917-1918 öğretim dönemine kadar sınırlı sayıda mezun verebilmişti. Karesi gazetesinde yayınlanan, lisedeki muhâcir, kimsesiz ve fakir öğrencilerden askere gidenlere yapılan yardımla şu haber de, Balıkesir Sultânîsi’nin harbe iştirakini ispatlayan çarpıcı kayıtlardandır: “Sultânî mektebinde verilen müsâmereler hâsılatından münâsib mikdârının askere giden muhâcir ve kimsesiz fukarâ talebenin zarûrî ihtiyaçlarının tahvîline medâr olmak üzere tevzîi ve i’tâsı makâm-ı âlî-i mutasarrıfiyyece münâsib görülmüş olduğundan komisyon ma’rifetiyle talebe-i mûmâileyhimden otuz altısına 1930 kuruş verilmiştir.”
Balıkesir’den Çanakkale ve diğer cephelere sevk olunan öğrenciler sadece Balıkesir Lisesi öğrencileri ile sınırlı kalmamış; Balıkesir Erkek Muallim Mektebinden (şimdiki Necdet Bey Öğretmen Okulu) de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil olmuştu.
***
GALATASARAY, KONYA VE İZMİR LİSELERİ 1915'TE TEK BİR MEZUN VEREMEDİ
Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "meçhul çocuk askerler" olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini UNUTMAYALIM.
"Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.
"Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!..."
Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan'ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını da bilelim.
12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyl e çeşitli muharebelere katıldığınıbilmeliyiz.
"Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmiştir."
Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.
Çanakkale zaferi, Türk tarihindeki zaferler içinde en çok kan dökülerek, en çok şehit verilerek kazanılmış zaferlerin başında gelir. Evet Çanakkale zaferini düşmanın üstün silahlarına, çelik kalelerine karşı canımızı, kanımızı ortaya koyarak kazandık. Kendi iç denizimiz Marmara’ya bile güvenemeden, ikmalimizi karadan binbir zorlukla yaparak kazandık. Şehitlerimizle, gazilerimizle ve nice adsız kahramanlarımızla kazandık. Bir kuşağın gürbüz gençliğini orada gömerek kazandık.
Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarına göre
Çanakkale Savaşı’ndaki kayıp rakamlarımız. Zayiat Toplamı : 250.000
Bugün her yıl 18 Mart’ı törenlerle, gururla ama bin bir acıyla yüklü olarak kutlarız. Ama Gerçeği ve Doğrusu “Biz orada aslında 500.000 den fazla şehit verdik .
Osmanlı Ordusunun Alman hayalleri uğruna verdiği Toplam Zayiatı:2,5 milyon kadardır.
Birinci Dünya Savaşının diğer cephelerinde olduğu gibi Çanakkale Savaşlarına da kardeşlerimiz Kürtler de katılmış ve şehit olmuştu.
Kürtlerin burada mücadele etmesi gayet mühimdir. Çünkü o dönemde Kürt tebaanın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde de hem Ermeni Olayları yaşanmakta hem de Doğu Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi. Burada mücadele eden Kürt alayların büyük çoğunluğu Urfa yöresinden gönderilmişlerdi… Bu alaylar Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman 3.Ordu’nun emrine girerek bölgede Rus ve ayrılıkçı Ermenilere karşı müthiş bir mücadele vermişlerdi. Tabii Osmanlı’nın etnik unsurlarının dünya savaşlarında ki kayıplarının sayısını ayrı ayrı bilmek zor hatta imkânsızdır. Sadece katıldıklarını söyleyebiliyoruz ancak Kürtler hakkında bazı tahminler mevcuttur. Dünya Savaşında Kürtlerin kayıplarının toplam sayısını 300.000 olarak tahmin etmektedir.
ÇANAKKALE SAVAŞLARI AYNEN YUNAN İŞGALİ GİBİ BİR PERDELEME SAVAŞIDIR.
Çanakkale Savaşları’nda geleceğin Türkiye’sini kuracak çok sayıda üniversiteli gencin kaybedildiği ifade edilir.
İşgal güçlerinin, İngiliz belgelerine ve Meclis tartışmalarına göre Çanakkale’ye gelişleri, Boğazları kontrol değil, Mısır’ın işgalini perdelemek içindir. Konu ile ilgili döneme ait detaylar aşağıda verilmektedir.
Başlamadan bir hakkın teslim edilmesi gerekmektedir.
“… Mustafa Kemal’in tümeni, iyi bir Türk ve iki zayıf Arap alayından mürekkepti. İngilizlerin taarruzu 25 Nisan (1915) Pazar günü başladı. (1)
-“ I.Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin amacı, Hint yolundaki Mısır’ı almak, petrol yatakları üzerindeki Irak’la Mısır arasında bulunan Arabistan’ı almak, Anadolu’da da, Osmanlı’dan ayrılmış yeni bir Türk Devleti kurmaktı. Bu sahalardaki askeri hazırlıkları tamamlayabilmek için, Osmanlı ordusunu güney bölgelerinden uzakta oyalamak istiyordu.
Bu hareketle, aynı zamanda, Rusların doğudaki yükü hafifleyecek, Rusya, bütün gücünü batı cephesine sevk edecekti. Bu yer Çanakkale idi.
İngilizlerin endişesi, Ruslarınkinden büyüktü. Bütün düşünceleri Mısır Üzerine Türklerin yürüyüşlerine mâni olmaktı.
Bunun için buldukları çare, Boğazlar’a saldırmak ve Osmanlı’yı meşgul etmekti.
Binaenaleyh, Çanakkale’yi zorlama projesi menşe itibari ile İngiliz projesidir.
“İngilizlerin Çanakkale’yi zorlama fikrini ilk düşünen ve mevki-i tatbike koyan. Bahriye Nâzırı Churchill olmuştur. Churchill’e göre, daha Türkiye’nin harbe girdiği andan itibaren Mısır tehdit edilmiş oluyordu.’
Çanakkale savaşı, düşman ordusunu cephenin uzağında bir yerde oyalama savaşı idi. Bu nedenle Çanakkale savaşı İngiltere’de görüş ayrılığına yol açtı.
Çanakkale’ye hücum fikri İngiliz kabinesinde müzakere edilince bahriyeliler aleyhte rey verdiler. Bu işi donanmanın tek başına yapamayacağını, Askerlerin de görev alması gerektiğini dile getirdiler.
Fakat Harbiye Nâzırı Lord Kitchener,
-“Çanakkale için ayıracak askerim yoktur Hepsi Garp cephesinde dövüşecekler Buraya asker yetiştiremiyorum. Binaenaleyh bu işi ya donanma ile yapmalıdır Veya büsbütün vazgeçmelidir,”cevabını verdi.
Ruslar Almanlara karşı harp ile meşgul iken Kafkasya’da Türklerin tehdidine maruz kalmışlardı. Bu tehdide göğüs germeleri için Alman cephesindeki kuvvetlerden mühim bir kısmını Kafkasya’ya nakletmeleri lazımdı. Buna mahal kalmaması için Rus hükümeti, İngiltere ve Fransa’nın müştereken Türklere karşı bir harekette bulunmasını rica etti.
Churchill de derhal bu hareketin Çanakkale üzerine olmasını teklif etti. Fikrini kabul ettirmek için Çanakkale seferinden elde edilebilecek faydaları şu şekilde tebarüz ettirdi:
1-Türkler, kuvvetlerini Çanakkale’ye yığarak, Mısır üzerine yürümekten vazgeçeceklerdir.
2. Kafkasya’da Ruslara karşı büyük bir hareket yapamayacaklar ve dolayıyla Ruslar bütün kuvvetleri ile Alman cephesinde harp etmeye imkân bulabileceklerdir.
“İngiliz bahriyesinde kök salan bir kanaate göre, gemilerin karalara taarruzundan çok şey beklenemez. Bu kanaat, asırların tecrübesinin mahsulü idi. Meşhur amiral Lord Nelson bu kanaati şu cümle ile formülleştirmişti:
-“İstihkâma taarruz eden gemici delidir.” İngiltere imparatorluğu Millî Müdafaa Meclisi, 1908’de Boğazlar’ın yalnız bahrî kuvvetlerle zorlanamayacağını teyit etmişti.’
1807’deki deney bunu doğrulamıştı, İngiliz donanması, Duckworth kumandası altında Boğaz’ı geçmeye muvaffak olduğu ve hatta İstanbul’a kadar geldiği halde, kara kuvvetine dayanamadığı için geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı.
İngiltere, göz bebeği gibi sakındığı donanmasını, neticesi bilinmeyen bir teşebbüse feda etmek istemiyordu.
Churchill, 3 Kânunusani 1915’te şöyle çözüm buluyor: Çanakkale’yi modern zırhlılarla değil, 1908’den evvel inşa edilmiş eski tip zırhlılar ile zorlamak mümkündür.
Churchill bu işin üzerine o kadar düştü ki, nihayet Çanakkale Savaşı’nın yalnız donanma ile yapılmasına karar verildi. 19 15’te büyük bir İngiliz filosu Fransız filosunun da iltihakı ile Çanakkale’ye geldi.
Petrograd’daki İngiltere Elçisi’nin, Rus Hariciye Nâzırı Sazonov’a muhtırası:
“Kraliyet hükümeti, yalnızca ortaklaşa bir işin yararı uğruna Çanakkale Savaşı’na girmiştir
İngiltere, bu harekâttan kendisi için doğrudan doğruya bir çıkar sağlamak kaygısında değildir, orada yerleşmek niyeti de yoktur…”
“…İngilizler, asıl olarak Osmanlı kuvvetlerinin Kanal’dan ve Kafkasya’dan çekilip, bütün gücünü Çanakkale’de toplaması ve İngiltere’nin en çok önem verdiği Süveyş Cephesi’nin rahatlaması amacıyla Çanakkale Savaşı’nı başlattı. İngiltere Elçisi de, “Saldırı kuvvetlerini zayıflatmak” için Çanakkale’de savaşı göze aldık demektedir.
Çanakkale’deki bu fedakârlıklar, tarafsız Balkan hükümetlerini müttefikler lehine çekmek için yapılmaktadır.
Çanakkale savaşına yalnız donanmanın katılması, bu savaşın bir oyalama savaşı olduğunun açık delilidir. Kara askeri olmadan, Osmanlı başkentine kadar olan güzergâhın, karadan ve denizden işgal edilmesi olanaksızdı.
Mart 1915’ten Ocak 1916’ya kadar, sömürgelerinden getirdikleri erlerle yaptıkları muharebeler sonunda, İngilizler ve Fransızlar aniden çekilme kararı alıyor ve Çanakkale Savaşı sona eriyor.
Savaş sonunda, Osmanlı’nın seferi gücünün yanında, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu şehit oluyordu.
Çanakkale harekâtı başladığı sırada Ruslar, Anadolu’nun kuzeydoğusunda taarruz hareketlerine girişerek 15 Şubat’ta Erzurum’u, Nisan’da da Batum ve Trabzon’u işgal ettikten başka, tahrik ettikleri Ermenilerin yardımıyla Van’a kadar ilerlemeye muvaffak oldular.
Büyük resme bakmadan, Birinci Dünya savaşını, nedenleri ve sonuçları ile doğru olarak anlamak pek mümkün değildir. Bu amaçla aşağıda, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın İttihatçı liderlere yaptığı konuşmadan bir bölüm verilmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid, İngiliz ve Siyonist işbirliği ile, ittihatçılar kullanılarak, 1909 yılında yaklaşık (31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909) 33 yıllık bir hükümdarlık sonunda tahtından indirilir. Ancak, Deha seviyesindeki akıllı hükümdarı, dönemin en sancılı sürecinde tahtından indirmekle yaptıkları büyük hatayı, Osmanlıyı parçalamak için kullanıldıklarını geçte olsa farkeder ve Sultan’a çözüm için (onu tahtından indiren ittihatçı liderler) akıl almaya giderler.
Sultanın konuşmasından bir bölümü İttihatçı LiderlerdenTalat Paşa’dan dinliyoruz;
-“Benden sonra bambaşka bir siyaset takip edilmiştir. Bosna-Hersek, Avusturya-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış,Osmanlı-Avusturya meselesi yapılmıştır.
-Girit, İngiltere-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış, Osmanlı-Yunan meselesi haline getirilmiştir.
-Asla affedilmez gaflet olarak Bulgar-Yunan kiliseleri arasındaki ihtilafı elinizle hallettiniz ve Balkan Ittifakı’na yol açtınız.…
-Mebusan Meclisi’nin karar hakkını, Türk ve Müslüman’dan gayrıların birleşmesine imkân verecek tehlikeli neticeye sahne kıldınız.
-Bütün bu hatalarla devletin istinat ettiği siyasi denge, mihver-i mecrasından çıkmış oldu…
-Eğer Balkan Harbi olmasaydı. Cihan Harbi çıkar mıydı?”
-“Bu harbi denizlerde hakim olan kazanır. Almanların doğal kaynakları sınırlıdır. Biz geniş hudutları müdafaada müşkülat çekeriz, çünkü bütün silah ve malzemelerimizi hariçten alırız.
-“1293 (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbini ilk cephede idare eden Gazi Osman ve Gazi Muhtar Paşa’lardan dinlemişimdir. Eğer harp sahası bu kadar geniş olmasa idi, düşman hiçbir zaman İstanbul önlerine gelemezdi”, demişlerdir.
-Eğer bu harbe girmek zaruret oldu ise, hiç değilse dar cephelerde muharebe etmek ve uzak yerleri de mahalli halkın ekseriyeti teşkil ettiği kuvvetlerle müdafaa etmek tarzını tercih etmek şarttı…
-Fakat görülüyor ki bunu da temin ve tatbik etmek mümkün olmamıştır…
-Bunları, evvelinden derpiş etmiş olduğunuzu kabul etmek lazım. Aksi ise, neticeler öne yığıldığı zaman fikir sormanın ne manası var?”
Talat Paşa, bu nazik haşlama önünde susmuş, verecek cevap bulamamış.
-“Tatbik edilen kararlardan evvel hatırlansaydım, uzun tecrübelerim mahsulü belki söyleyeceklerim olurdu. Fakat şimdi hadiseler iyi kötü neticelerini vermek üzere… Allah mülk ü milletin hayrına olan himmetleri müzdad buyursun… “
“Ve ayağa kalkmış, kısa veda selamını vererek salonu terk etmiş.
İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük.”
Bu noktada bir not düşmemiz gerekmektedir.
Japonlar ikinci dünya savaşında “ezilme” derecesinde yenilirler. Savaşan ordularını ve savaş araçlarını kaybetmelerine rağmen anlaşma masasına otururken ileri sürdükleri şart, Olmazsa olmazları, “Japon İmparatoru yerinde kalacaktır!”
Ve bu şart ne hikmetse galip devletlerce de kabul edilir.
Japonya halen bir İmparator başkanlığında, “Parlamenter demokrasi altında anayasal monarşi” ile yönetilmektedir. İngiltere, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda vb gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi…
Peki, neden?
İttihatçı Talat Paşa yukarıda ne demiştir?
-“İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük!”
Hadi bir soru daha yöneltelim; Ülkeyi işgal eden devletler, “Kurtuluş Savaşı’nda bize neden silah ve para verdiler?
ÇANAKKALE BİR ZAFERSE...HERSENE KUTLADIĞIMIZ BU ZAFER ETKİNLİKLERİNDE MÜTTEFİKİMİZ ALMANLAR NEDEN YER ALMAZLAR? ANZAKLAR DAHİ İŞTİRAK EDERLERDE BU ETKİNLİKLERE...ÖYLE YA, ÇANAKKALE'NİN BAŞ KOMUTANI AMİRAL LİMAN VON SANDERS DEĞİL MİYDİ?
Otto Liman Von Sanders 1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral). Çanakkale'yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders Osmanlı Devleti'ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı. .
.. Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkli komutandı. Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı.. Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O'nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale'de ki savaşlarımızı yönetmiştir.
O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir. Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve 1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir. Otto Liman Von Sanders: 17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22’nci Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı.
1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci Dünyâ Savaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü. İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır.